Dostlar ve dostluklar üzerine çok şeyler yazılmış, çizilmiştir.
Badehü ila yevmil kıyame çok su götürecek bir konudur. Birazda insan duygusallığının, naif tarafının konusudur dostluk. Tuzu kuru, bir ayağı yere basmayanlar için dostluk fanteziden ibarettir.
Aynı zamanda insanın ruhi yanının ve psikolojisinin de en önemli akrabaları konumundadır dostluk. Yalnızlıkla malül olanlar bu cümlenin öznesi olarak mevzua herkesten ziyade muttalidirler.
Ne denirse densin dostluk insanlık kadar eski ve önemli bir sosyal olgu olarak yaşıyor ve yaşayacak.
Bazen sıcak, bazen sönük, bazen sancılı bazen delikanlı, bazen ideolojik bazen duygusal ama mutlaka insanla beraber süregelen dostluk tam tarifi yapılamasa veya bin bir tarifi olsa da hayatımızın vazgeçilmez olmazsa olmaz vakıasıdır (olgu yani). Farklı şekilleri, dönemleri, alışkanlıkları, mutasyonu, versiyonları olsa da ruh itibari ile eski mahallesi aynıdır tüm dostlukların. Dostluk çocuklukta başlarken bize konuşmayı, oynamayı, ağlamayı, düşmeyi, kalkmayı öğretir. Onunla beraber hayatı öğrenir, dener, yanılır, ilkleri yaşar, çevremizi tanırız. Bu döneme ait hatıralarımızda pek fazla görüntü ve resim kalmamıştır maalesef. Eğer var ise bebeliğe ait fotoğraflar veya büyüklerin anlattığı hikâyecikler vardır haylazından ve birazcık abartılı ve de hoşca. Sokağa çıkar çamurdan evler yapar bir çırpıda yıkardık dostlukları. Bazen paylaşırız yağlı ve üzerine tuz serptiğimiz bir dilim ekmekle dostluğu bazen de uğruna kavga ederdik üç gazoz kapağına, bir demet kibrit kutusu kağıtlarına.
Kendimizi tanırken tanışırız dostlukla bir adım ötemizde, kapı komşumuzda, bakkalda yağ kuyruğunda yahut mahalle pazarının kalabalığında. Bir dönem gelir okullu olur dostluk bizimle, önceleri kara önlükler, naylon lastiklerle beraber. Kalemi silgiyi paylaşır, teneffüslerde bitmeyecekmiş gibi koşmacalar, itişmeler, kıpkırmızı kesilen suratlarımızdan şapır şapır ter akardı. Mahalle aralarında en masum ve şuanda müzelik oyunlarla dostluğa şuurumuz açılmıştı. Gece yarılarına kadar bir oyundan diğerine geçer, acıkınca bir parça ekmeği beraber el uzatır, ekmek arası domatesten oluşan dünyanın en lezzetli yemeğini ver ve kaldığımız yerden hırsız-polis, saklambaç, ebelemece, yakan top, ortada sıçan, istop oyunlarımıza devam ederdik. O yaşlarda dostlukların ebediliğine inanır, kuşkularımızı gidermek için kan kardeşi olur veya yeminlerle kavilleşirdik. Zaman biraz daha ilerleyince masum kabahatlerimizi, kaçamaklarımızı paylaşmaya başlamış, bazen yüzümüz kızarmış, bazen bir macerayı beraber saklamaya karar vermişiz. Dostluğumuza mahalle sınırları yetmeyince mekânları genişletmiş şehrin en uzak noktalarına seyahatleri arzın göbeğine seyahat gibi görmeye başlamıştık. Uzak mesafeleri ahdü peyman ile saatlerce yürüyerek kat etmiş ve akşam karanlığında dönerken yeni bir dünyayı keşfetmiş hatta fethetmiş sevinci ile gelirdik evlerimize. Yalanlarımıza birbirimizi ortak eder, şahidimiz, kefilimiz, sırdaşımız, şıracımız olurduk birbirimizin.
Bayramdan bayrama bir gömlek, bir ayakkabı modamızı tamamlamaya yeter haftada bir gazete görmek lüks olurdu. Televizyon nerdeyse icat edilmemiş dönemlerdi. Teknolojinin işgaline henüz uğramadığımız bu siyah beyaz dünyanız tam aksine zevkli, neşeli, insani ve bir o kadar kanaatkâr bu dönemin dostlukları da külfetsiz ve tekellüfsüzdü. Bir ıslık veya çıtlatma yeterdi hiç bilmediğimiz bir maceraya yelken açmaya. Sinemaları keşfetmiş bu yıllarda, beraber ıslık çalmışız beyaz atlı kahramanın zalimin önünde dikilmesine. Sevgililerine kavuşamayanlara beraber hüzünlenmiş, arabeskin ağır havasıyla havanda ezilir gibi birlikte ezilmiştik. Seyrettiğimiz filmin etkisiyle bir kaç gün nerdeyse sarhoş olurduk. Bu işin en asil tarafı ise sinemaya gitme eylemini sevdiğimiz dostlarımızla planlayıp kuvveden fiili geçirişimizdi. Ki o gün bunun adı arkadaşlıktı henüz. Fotoromanlar en büyük fantezi dünyamızdı. Tommiks Teksas başucu kitabımız, Günaydın’da ki Kara Murat ile Tercüman’da ki Malkoçoğlu favorimizdi. Favori demişken bizim ağabeylerimiz saçlarını uzun tutar ve mutlaka favori bırakırlar bir de geniş yaka gömlek giyerlerdi. Sivri uçlu ayakkabılar için arka cepte mutlaka metalden bir ayakkabı çekeceği (kerata), saçlarımız için tarak bulunurdur ve henüz parfüm denen nevzuhur ozon düşmanı yoktu ve muhallebi türünden jöleler bizim semtlerimize ulaşmamıştı. Tabi ki saçlar kolonya ile taranırdı. Delikanlılığı fark ettiğimizde kâh asabi kâh mağrur ama samimi ve ölesiye dostluklarla tanıştık. Dostluklarımız çeşitlendi, dostlarımız arttı. Artık kan ter içinde koşturmacaların yerine uzun uzun hayallerimizi paylaşıp kafamıza ve zevkimize uygun dünyalar kurmaya başladık. Bu dünyalarda biraz protest yanlarımız biraz romantizm biraz büyüyen tarafımızla vardık. Ve yine dostluklarımızın çeşitlendiği kadar seçici olmuştuk. Sırlı, mahrem, güvenilir, harbi dostları kalbur üzerinde bırakmış kendimize göre mini mini tecrübe gözlükleri edinmiş, babacan ve yaşımızdan büyük laflarla racon oluşturmaya başlayıp kırmızı çizgilerimizi not edip yerleştirmiştik zihnimizin yaka cebine. Gençliğimizi hissetmeye başlayınca sinekkaydı, erkekliğe mensubiyetin iftiharı ve remzi olur. Yüzümüzün farklı yerlerinde kıl-tüy kümecikleri oluşturmaz, simamıza haritalarla mesajlar yazıp farklı davetiyeler oluşturmazdık. Milyonda bir iskeletsiz varlıklar tesadüf olundukta sıfır numara kabul edilirdi zira. Ayrılıklar, küsmeler, barışmalar, kavgalar, yeminler, tekrarlar ve insan insana dostluk harcını oluşturan nutuklarımız konuşmalarımız hala hatıralarımızda bize lezzet veren tazelikte değil midir? Sözün en yalınını ve düz anlama gelen yanını kullanırdık. Kıvırmanın çeşidini, imaların çirkefini, nifakın adını bilmez, söylemek istediklerimizi yekten ve kallavice söyleyiverirdik. Dostluklar şimdilerde adına sanal dedikleri cibilliyette olmaz rube ru ve mertçe olurdu. Kalleşlik ve kahpelik mahallelerimize giremez, gözünde eğrilik, sözünde dolambaç, elinde uzunluk olana sağlam gözle bakılmaz ve dostluklar organik ortamda gelişip büyüdü. Ruhunda patika ve arka sokağı bol olanlar makbul addedilmezdi. Heyecanlarımız janjandan uzak ama coşkulu, tadlarımız katkısız ve hormondan temiz, anamızın ak sütü kadar helal ve tabii idi. O gün dostlukların genetiği ticarî amaçlarla değiştirilmemiş, daha verimli olsun diye oynanmamıştı. Delikanlılık tek tipti ve adı sadece delikanlıydı. Şimdiki gençlerde olduğu gibi kulak ve göbek deldirtmez, küpe takmazdık. Bilezik, halhal, hızma, toka, pirsing takmaz, döğme-yakma bilmezdik. O gün vücutlar soyut sanat çizimlerine açılmamıştı. Kotlarımızın dizleri yamalı veya yırtıksa modadan değil fakrımızdandı. Ama asaleti vestiyere bırakıp unutmuş gibi yapıp yaşamayı hiç kimse düşünmemişti. Balmumundan idollerimiz yoktu. Ne karakteri iğdiş edilmiş insanların şakşakcısı ne de ucuzun en bayağısından magazin delikanlılarına sanatçı denmezdi. O gün dostlarımızla bizim ortak kahramanlarımız vardı ecdadımız kadar asil ve gök kadar haşmetli, toprak kadar temiz. Delikanlının cinsiyeti ezelden aynı renkti o günlerde. Ne grisi ne pembesi yoktu bu rengin. Görenler, tereddüde düşmez, sorma ihtiyacı hissetmezlerdi. Delikanlılığın yazılı kitapları ve kanunları adına şiir dedikleri söz dizelerinde geçer. Delikanlılar yazılı olmayan, genetik kodlarından tevarüs eden asaletle hareket ederlerdi ve haza dostluk denirdi yakınlıklarına. İdeallerin şekillendiği, planların yapıldığı, olmadı revize edildiği yıllar, ailenin yerine dostların yerleştiği bir nevi azadlık ve isbat-ı rüşd duygularının depreştiği günler bir bakıma delikanlılığın hazan mevsimi olur. Kiminin düştüğü, kaybolduğu, geri dönemediği yıllardır. Arayışlar, yıkılışlar, çöküşler, yalnızlıklar hâsılı hayatın gulyabanileri topluca bu zaman diliminde mesaideler. Aldanışlar, umduğunu bulamamalar, hayatın acı yüzünü tanımalar ve sözüm ona dostlukların zehirden pişmiş aşını tadmalar… Kiminin bir Leyla hayali ile çöllere düşüp geri dönmediği kiminin varlığı ile yokluğunun müsavileştiği zamandır işte bu anlar. Bir yudumlar, bir el’ler, bir öpmeler, bir bakmalarla fettan bir yoldan geriye dönmeyenlerden geriye sadece ahu eninler yâdımızda bu gün… Dostluk yolu bir dönem asker ocağından geçer ve bir sabah batarya düdüğünün acımasızca taarruzu ile gerçeği anlamışızdır. Dostluk burada beraber sürünme, koşma, terleme, şınav çekme, tel altında sürünme bazen komando dansıyla ritim tutmadır. Bazen çarşafı karşılık gerip para zıplatacak kıvama getirme, ayakkabı boyasını paylaşma, kepimiz çalındığında birlikte yer değiştirme operasyonu düzenlemedir. Hüzün basınca gözlerin gözlerden kaçırılması olarak tezahür edebilir bir ara dostluk. Burada geçmişe ait pişmanlıklar, keşkeler, hüzünler, hasretler gözler önünde kesif bir duman bulutu oluşturur. İçten içe yeminleşilir, sözleşilir, lakin günler geçmez. Silahları çattıktan sonra birbirimize sırtımız dayar Kaf dağı oluştururduk. Çarşı izniyle dağılır akşam hüznü ile civcivlerin ana kanadına hücumu gibi izbe mekânlarımızda tertiplerle felekten geceler yaşanır efkâr efkâr demlenen. Adres teatisi yapar, hatıralar çiziktirir, veda geceleri organize eder, yıllar sonra buluşma mekânları ve zamanları kavilleşirdik lumbarağzından çıkana kadar. Dostlukların en güzelini bulduğumuzu hissettiğimizde aslında açızdır dostluğa. Çin pazarına düşmüş pespaye yakınlıklardan tatmin olmaz eski günleri arar hale gelmiş ve teknoloji virüsleri duygularımızı tasallutu altına almıştır. En onulmaz yalnızlığı şehrin göbeğinde yaşar, varlığımızın yokluğa müsavi olduğunu hissettiğimizde dostluğa muhtaç hale düşmüşüzdür. İşte o an yakaladığımız dostluğu kalbimizin en mutena köşesine alır, incinmemesi için ayaklarımızın ucuna basar, fısıltıyla konuşuruz. Yaptığımız veya yapacağımız bir densizliği içimizde dert ederiz. Ve kelimelerin en ahenklilerini ve musikiye en uygun olanlarını kullanırız. Bazen dostluklarımız ardımızda bize güç veren bir dağ olur. Zirvesini sisten dumandan herkesin göremeyeceği ama bildiğiniz. Evet, orada bir dağ zirvesi var dediğiniz bir dostluk…
Unutsanız, kaybetseniz, değişseniz, eğilseniz bükülseniz bile o zirve hep oradadır. Her insana lazım olan dostlar deniz feneri gibidir. Çok uzak mesafede olsalar bile karaya oturma, sığ suları, tehlikeli girdapları işaret edip gösterir yol gösterirler hiç karşılık beklemeden.
Ve hep yerindedir deniz fenerleri.
Asıl tehlike deniz fenerinin yerinde olmamasıdır. Bazen içimizde kalan çocuğu bulur dostluğumuzda ve yılları yok sayar çocuklaşır, şen şakrak oluruz.
Bazen kulak uçlarımızı kızartır bazen kızarmayı unutmuş kulaklarımızı hatırlamayız.
Bazen kalbimizin en muteber duygularına seyahat eder, seyri süluku rühaniye’ye çıkıyormuş gibi nefesimizin kesildiği anlar olur, duygularımız ipekleşir, düğümlenen ifadelerin ıstırabını çekeriz.
Hâsılı atılmaz, satılmaz, bırakılmaz dostluklar yaşanır kalbi henüz bozulmamış, şahsiyeti başka kalıplara dökülmemiş ruhlarda.
Atmosferinde huzur bulup, dalgalı anlarda limanına sığındığınız dostlarınız mutlaka vardır sizlerin de. Ezcümle; Varlığını hissedemediğim yokluğunu düşünmek istemediğim tüm dostlarımı ve aynı cümleden tüm dostlukları selamlıyorum.
Hüsamettin YILMAZ Yazılarla ilgili tüm hukuki sorumluluk yazıyı yazan kişiye aittir. |